Can Dündar ve “Hukukun Bittiği Yer Bakışı”

Ülkede haber yaptığı için tutuklanan gazeteciler de yok değil hani …

Haberin doğruluğu şöyle bir yanda dursun, nerede hukuk devleti ? Sen neredesin hukuk ? Bak sana ihtiyacı var gazetecilerin, insanların ..  Can Dündar, Erdem Gül ve daha nicelerinin…

Hep “hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve adalet !” dedik durduk.  Ben ve daha niceleri günün birinde hukukçu olalım, mekteplerden avukat, savcı çıkalım diye dünya kadar eğitime vakit, para harcadık durduk. Aldığımız eğitim bitmedi ve bitmeyecek, meslek sahibi olduktan sonra da her daim kendimizi hukuki anlamda geliştirmek durumunda kalacağız.  Ama gel gelelim, Can Dündar ve Erdem Gül gibi gazetecilerin yapmış oldukları bir haberden ötürü, sanki devlet hainleriymişçesine yaka paça hapishaneye konulmuş olmalarına, tutuklanmalarına.

Sosyal medya, bu 2 gazetecinin tutuklanmasına adeta kin kusuyor.  Olayı yargılama durumum olamaz tabii, ancak hatırı sayılır, yıllardır gazetecilik dünyasına katkıları şüphe götürmeyen 2 insandan bahsediyoruz, ve tutuklanmaya karşı nefret kusanların da düşüncesi bu, 2 gazetecinin sadece görevlerini yapıyor olduğu.

Basın Kanunu madde 3’e göre, “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.”

  • Ayrıca bakın Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüne: “Gazeteciler, kanunun ve umumun menfaatlerinin aksine muamelelere şahit ve vakıf oldukları takdirde gerekli yayında bulunmalıdır.” (1923)

can dundar

2 gazeteci ve diğer hak, hukuk bekleyen çoğu derdest dosyanın “bu ülkede hukuk vardır” sözünü söyletmeye yetecek vasıfta olması dileklerimle….

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

http://dgtanhukuk.com/blog

Belirsiz Alacak Davasında Manevi ve Maddi Tazminatın Talep Edilmesi

Ya “Manevi ve Maddi tazminatın Belirsiz Alacak Davasında Talep Edilmesi” konusuna ne dersiniz?

 

cildiran kadin

Bu konu, bilenler için doktrinde çok tartışmalı.  Bilmeyenler içinse sorun yok, demek ki daha böyle bir davayla karşılaşmamışsınız.  Şanslısınız demek ki… 🙂

Dava değerini çoğu zaman çok asgariden gösterip, dava dilekçesinde sadece bu değeri gösterdiğimiz de oluyor elbette.  Neden mi?

Efendime söyleyeyim, çünkü Borçlar Kanunun 42. maddesine göre: “Zararın hakiki miktarını ispat etmek mümkün olmadığı takdirde hakim, halin mutad cerayanını ve mutazarrır olan tarafın yaptığı tedbirleri nazarı itibara alarak onu adalete tevfikan tayin eder”.

Yani Türkçesi şu demek oluyor: Zararın hakiki miktarını zarar gören davacı tam olarak ispat edememişse zararın miktarını hakim takdir ve tayin edecektir.  Bu durumdaki davacının tazminat alacağını dava dilekçesinde tam olarak göstermesi de mantıken pek de yerinde olmayacaktır.  Bu nedendir ki zaten, belirsiz alacak davası açmak hukukumuzda mümkündür.  Hakkaniyet ilkesi, zarar gören kişinin zararının tam olarak karşılanmasını gerektirir.  Buna rağmen, zarar gören kişi davanın başında mutlaka bir miktar belirlemeye zorlanırsa dava sonunda hükmedilen hiçbir zaman zararın tam karşılığı olmayacaktır.

Ancak unutulmamalıdır ki, manevi tazminat talepleri bakımında hukukumuzda kısmi delil dava açılabilmesi kabul edilmemektedir.  Yani, manevi tazminatın tümü dilekçede istenilmektedir, sadece bunun kesin olarak belirlenmesi tahkikat sonuna kadar bırakılmaktadır.

Bu nedenle de manevi tazminat talep eden davacının manevi tazminat talebinin geri kalan geri kalan kısmını saklı tutarak kısmi dava açması mümkün değildir.  Bu durumda davacının yargılama giderlerine mahkum olma riskini göze alıp talepte bulunması gerekir.

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

http://dgtanhukuk.com/blog

Ölen Öldüğüyle Kalıyor, Olan Hep Geride Kalanlara Oluyor

Gelelim miras davalarındaki, saklı paylara….

Bir hayli yoğunum şu aralar miras davalarıyla.  Haliyle araştır dur, oranlar, ölüme bağlı tasarruflar derken; diyorsun ki en kolayı ölmek şu hayatta.  Olan hep geride kalanlara oluyor!

Murisler birbirlerini yiyedursun, avukatlar koşturadursun.  Hem saklı payları koruyalım, hem ölüme bağlı tasarrufların geçerliliğini denetleyelim derken cebelleşip duruyoruz anlayacağınız.   :))) Neyse ki, olaya iyi yanından da bakmakta da fayda var, müvekkillerimizin yüzünü güldürüyoruz ya ne güzel bize.. Zaten onlar için varız biz.

Kişi, ölümünden sonra malvarlığının nasıl paylaşılmasını istediğini sağlığında düzenleyeceği bir vasiyetname ile belirleyebilir ve istediği kişiyi mirasçı olarak atayabilir. Ölüme bağlı tasarrufların, tek kısıtlaması saklı pay sahibi mirasçıların bu haklarının ihlal etmemesi kuralıdır. Yasal mirasçılık ise, böyle bir tasarrufun olmadığı, yani bir vasiyetnamenin bulunmadığı durumlarda ölen kişinin malvarlığının kimlere intikal edeceğini düzenler.

“Mirasbırakanın birinci derece mirasçıları, onun altsoyudur. Çocuklar eşit olarak mirasçıdırlar.” TMK 498. Maddesinin “evlilik dışında doğmuş ve soybağı, tanıma veya hâkim hükmüyle kurulmuş olanlar, baba yönünden evlilik içi hısımlar gibi mirasçı olurlar” şeklindeki düzenlemesine göre evlilik dışı doğmuş çocukla evlilik içi doğmuş çocuk arasında miras hakkı bakımından bir fark bulunmamaktadır. Yine TMK 500. Madde düzenlemesine göre “Evlâtlık ve altsoyu, evlât edinene kan hısımı gibi mirasçı olurlar.”

Kanun düzenlemesine göre, miras bırakandan önce ölen çocuğun yerini, kendi alt soyu alacaktır. Yani, miras bırakanın çocuğu kendisinden önce ölmüş ise ölen çocuğun miras payı, miras bırakanın ölen çocuğundan olan torununa kalacaktır.

Miras bırakanın alt soyunun sağ kalan eş ile birlikte mirasçı olması durumunda, altsoyun miras payı, tüm mirasın dörtte üçüdür. Sağ kalan eşin bulunmaması durumunda ise mirasın tamamı altsoya kalır.

TMK 496. Maddeye göre “Altsoyu bulunmayan mirasbırakanın mirasçıları, ana ve babasıdır.” Görüldüğü gibi, üst soyun yasal miras hakkı ancak, miras bırakanın alt soyu olmaması koşuluna bağlıdır. Miras bırakanın çocuğunun ya da torunlarının bulunması halinde anne baba yasal mirasçı olamayacaktır. Alt soyu bulunmayan miras bırakanın anne babasının kendisinden önce ölmüş olması durumunda ise bunların yerini kendi alt soyları alacaktır. “Mirasbırakandan önce ölmüş olan ana ve babanın yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır.”

Bu durumda anne babanın yasal miras payları anne veya babadan, onların çocuklarına yani, miras bırakanın kardeşlerine geçecektir.TMK 497. Maddede ise, büyük ana ve büyük babanın yasal mirasçılık durumu “Altsoyu, ana ve babası ve onların altsoyu bulunmayan mirasbırakanın mirasçıları, büyük ana ve büyük babalarıdır” şeklinde düzenlenmiştir. Yani, bu düzenlemeye göre, büyük ana ve büyük babanın miras hakkına sahip olabilmesi, sayılan daha yakın derecedeki mirasçılarının bulunmamasına bağlıdır. Büyük ana ve baba saklı pay sahibi mirasçılardan değildir.

Sağ kalan eşin yasal miras payı, birlikte mirasçı olduğu zümreye göre değişmektedir. TMK madde 499 düzenlemesine göre, sağ kalan eş, altsoy ile birlikte mirasçı olursa mirasın dörtte birini; ölenin ana ve baba ya da zümresiyle birlikte mirasçı olursa mirasın yarısını; büyük ana – büyük baba veya onların çocukları ile birlikte mirasçı olursa mirasın dörtte üçüne sahip olur. Eğer bu mirasçıların hiçbiri hayatta değilse mirasın tamamı eşe kalır.

TMK düzenlemesine göre yasal mirasçılar bu şekilde belirlenmiştir. Eğer bir kimsenin bu sayılan mirasçıları bulunmuyor ve ölüme bağlı bir tasarrufla mirasçı da atamamışsa 501. Madde düzenlemesine göre, miras devlete geçer.

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

http://dgtanhukuk.com/blog

İstinabe Nedir ?

dunya-ay

Geçen hafta Amerika’da bulunmam dolayısıyla, köşemi biraz geç yazabiliyorum.  Yazılarımı her hafta takip eden okuyucularım beni merak etmişler bile.  Çok memnun oldum.  Bu süreç içerisinde aldığım maillerden bir tanesi hukuk usullerinde uygulanan “istinabe” yöntemine ilşkin.  Ben de hemen kısa bir açıklamayla, istinabe tanımını köşemde yapmış olayım; kişilerin, malların ve sermayenin ülkeler arasında dolaşımı ile beraber  yabancı ülkelerde bulunan delillerin temini konusu önem kazanmaktadır. Davanın görüldüğü ülke ile delillerin bulunduğu ülkenin farklı hukuk sistemlerinin olması, delil temini konusunda problemler doğurur.

Bir devletin adlî makamının başka bir devletin adlî makamından hukukî yardım talep etmesi olarak tanımlanan milletlerarası istinabe, yabancı ülkede bulunan delillerin teminine ilişkin usûllerden biri olup yabancı unsur taşıyan davalarda söz konusu olur. Milletlerarası istinabeye ilişkin HMK’da özel bir düzenleme yoktur ancak Türk hukuku bakımından bu konu, milletlerarası anlaşmalara veya milletlerarası nezaket kurallarına bırakılmıştır. Türk Hukukunda milletlerarası istinabenin nasıl yerine getirileceği Türkiye’nin taraf olduğu ikili anlaşmalar ve çok taraflı sözleşmeler aracılığıyla belirlenir. Bu konuda ikili bir anlaşmanın ve çok taraflı sözleşmenin bulunmaması hâlinde milletlerarası istinabe, karşılıklılık esasları dahilinde milletlerarası nezaket kuralları çerçevesinde belirlenir.

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizem.tan

http://dgtanhukuk.com/blog

Bükemediğin Tedbir Kararlarını Öpeceksin

Davayı açtınız, ancak duruşma gününün gelmesine epey var.  Bir de üstüne üstlük müvekkiliniz çok zor durumda manevi, maddi anlamda. Ne yapmanız lazım?

Açtığınız dava türüne göre hazırladığınız dilekçede aynı zamanda ihtiyati tedbir talebi olduğuna dikkat ediyor musunuz?  Bunu talep etmek de yeterli değil malesef.  Talep ettiğiniz ihtiyati tedbir talebinin mahkemece dikkate alınıp, ilgilii kurum, kuruluş ve kişilere müzekkere yazıldığından emin misiniz?  Siz siz olun, ne UYAP’tan ne de mahkeme kalemine elden verdiğiniz dilekçelerin takibini elden bırakmayın… Aksi halde, müvekkilinizi telafisi mümkün olmayan zararlarla karşı karşıya bırakmış olursunuz…

Aman diyeyim, sakın ha… Bir de şu var tabii ki, mahkemeyi inandırmadan, ikna etmeden tedbir kararı almak mümkün olamayabiliyor çoğu zaman…Bunun için de tüm belgeleri, gerekli ya da teferruat olduğunu düşündüğümüz yazışmaları da  yapıp birer örneklerinin dosyaya girdiğinden emin olmak şart.

mahkeme

Güya bir hukuk devletiyiz ve çoğu dosyada aldığımız ihtiyati tedbir kararları için bile gerek Hukuk Muhakemesi Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun tüm maddelerine avukatlar olarak sıkı sıkıya tabii olmak durumundayız.  Dilerim, 1 Kasımdaki seçimler de Türkiye’nin bir hukuk ve aynı zamanda laik, demokratik devlet olma özelliğine uygun olarak gerçekleşir ve de sonuçlanır.

Bükemediğin eli nasıl öpüyorsan, hukuk ve kanun gereği alınan mahkeme kararları ve tedbir kararlarını da öpmek durumundayız…Başka yolu yordamı yok.  Hukukun üstünlüğü deyip oturacağız!

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizem.tan

Kendimi Sürekli Bir Yerlere Yetişmek Zorunda Hİssediyorum…

Elbette süreler var efendim ! Biz de saatlerimizle yaşıyoruz avukatlar olarak.

Ben hukuk davalarına yoğunlaşan bir avukatım, tabii ki seçerek de olsa ceza davaları alanında da çalışıyorum.

CMK bir yana, Hukuk Uslleri Kanun’undaki süreleri esas alırsak, şöyle bir tablo çıkacaktır karşımıza:

Dava dilekçesi eksikse hâkim, eksikliğin tamamlanması için davacıya bir haftalık kesin süre verir.

Dava açılırken yatırılan avans yeterli değilse hâkim, eksikliğin tamamlanması için davacıya iki haftalık kesin süre verir .

Ön inceleme duruşmasında, taraflara (dilekçelerinde) gösterdikleri ve ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilmesi amacıyla gerekli açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verir .

Resmî senedin inkârı halinde hâkim gerekirse inkâr eden tarafa, dava açması için iki haftalık kesin süre verir. İstinafta eksik gider varsa, tamamlanması için bir haftalık kesin süre verilir (m.344).

Kanun, diğer bazı hükümlerinde ise, sürenin kesin olduğunu belirtmemiş ve fakat “bir defaya mahsus” tabirini tercih etmiştir. Kesin sürenin, “niteliği gereği uzatılmasının mümkün olmadığı süre” olduğu dikkate alındığında, “bir defaya mahsus” olarak belirtilen bu sürelerin de kesin süre olduğu değerlendirilmelidir.

Delil tespitinde itiraz ve ilave sorular için bir haftalık süre verilir  tarafların, bilirkişi raporunun kendilerine tebliği tarihinden itibaren iki hafta içinde, raporda eksik gördükleri hususların bilirkişiye tamamlattırılmasını, belirsizliklerin bilirkişi tarafından tarafından açıklanmasını veya yeni bilirkişi atanmasını mahkemeden talep edebileceklerini düzenlemiştir. Ancak, buradaki iki haftalık süre kesin değildir; bilirkişi raporundaki hesaplamaların doğru olup olmadığının iki hafta içinde anlaşılmasının zor olması gibi durumlarda, taraflar hâkimden kendilerine daha uzun bir itiraz süresi vermesini talep edebilirler.

 

saat

“Telaş” ımız fazla oldukça bence dinç kalıyoruz.  Zira ben sürelerle arası iyi olan ve fazla telaşa kapılmadan süreyi de kaçırmadan, hayatı aheste aheste yaşama taraftarıyım. Ya siz?

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanlaw.com

twitter@avukatgizemtan

www.dgtanhukuk.com

http://dgtanhukuk.com/blog

Yarım Kalan Cümlelerin Acısı !!!

Yarım kalan her cümle, tamamlanmış olanlara göre çok daha acı…

Belki de, bitmemiş cümlenin hala umut kokuyor oluşundandır.  Kim bilir?

5 yıl önce kadar duyduğum bu söz beni o kadar çok derinden etkilemişti ki .. Şimdi, bu sözü nerede duyduğumu bile hatırlamıyorum. Zira, üzerinden zaman geçtikçe her şeyin ve hayatın daha da içine girdikçe zaten çoğu güzel ve acı şeyi bir yerlerden duymana bile gerek kalmadan bilhassa yaşıyıveriyorsun.. O zaman öğreniyorsun işte anyayı konyayı, kulaktan dolma yaşamıyorsun.

Yarım kalan her şey bana “Ayrılışları” anımsatıyor.  Ayrılık değil, dikkatinizi çekerim; “Ayrılışları” .. Ayrılışlar için derin ve çok üzüntü veren olgulardır benim için, doğuştan beri..Ayrılışlar, sevgilime sevgi ve aşkın bitişi ve bıçağın kağıdı kestiği kadar keskin bir nihayetle bitişe gelmek olabileceği gibi,yıllar evvelinde çok sevdiğim dedemi kaybedişimden, doğup büyüdüğüm şehri terkedip İstanbul’a göç edişimden tutun da, yarı cümlesini bitirmeden yolun ortasında bıraktığım üniversite flörtümden; duruşmalarına girdiğim ve boşanma ilamını aldığım müvekkillerim için diğer eşe karşı yarıda kalan ve bitmiş hislerine kadar… Hep kursakta kalınan sevgi sözcüklerini, güzel sonu olmayan, gelmeyen ve gelemeyen tüm gönül ilişkilerini, arkadaşlıkları ve vedalaşmaları anımsarım.

İşte ilk Romanım “Siyah Telaş”ın konusu ve fikri de bu duygudan doğmuştu 5 yıl önce kadar… Temelinde korkularım yatıyordu aslında …  Okuyucularım arasında Ayşe Hanım bana Antakya’dan email göndermişti.  Buradan cevap vermek istedim … Korkularım ve hüzünlerimi; yarattığım karakterler üzerinden anlatmaya çalıştım.  Kurgularımın gerçeklerle ilgisi yoktur tabii ki.  Ancak herkesin yaşadığı ilişkilerdeki kırılma noktaları, hüsran, derin tutkular, aşklar, sevişler ve derin kırılmalardan yola çıkarak senaryoyu oluşturdum.

siyah telas

Romanımı tamamen okuyup, bitirmiş  olan bir okurum ise bana aynen şöyle bir email göndermiş ( Çok sağolun Sevil Hanım) “Gizem Hanım, romanda verdiğiniz duygulara göre çok gençsiniz.  Bu kadar kalın sayfalı bir romanı ekseri yaşı daha geçkin olan yazarlar yazar.  Sizdeki büyük cesaret valla.  Devamı da gelir inşallah. Kutlarım..”

:))) Bunun yaşla bir ilgisi yok aslında.  Zira ben de zaman zaman kendimi çok yaşlı hissediyorum.  Bu çok da zor olmuyor zira, yaşadığımız ülke, sorumluluklar ve çeşitli gerginlikler içerisinde lay lay lom olamıyoruz.  Nasıl olalım?

31’e gelmiş yaşımla, zaman zaman 20’li yaşlarımdaki halimi anımsamaya çalışıyor ve geçmişi özlemle anıyorum.   Tam yaşlanıyor muyum kompleksine girecekken, beni her daim zinde  tutup bana pozitif enerji veren , benim yaşımın tam 2 katı yaşa sahip çok sevdiğim dostum ve en yakın arkadaşım aklıma geliveriyor. Dostumun dediğine göre de , henüz çok gençmişim ve yolun yarısında bile değilmişim  de nereden buluyor muşum bu sözleri, bu yaşlılık sempozyumunun yakınından bile geçmemeliymişim de …Zira, belki de kendisi beni çok sevdiğinden avutuyor da olabilir hani … 🙂 ama doğruluk payı da vardır herhalde:))) ne dersiniz? O kadar da ölmedik değil mi?

Ahh ahhh… dediğim gibi, o kadar çok şey var ki aklımda / aklımızda, bilinçaltımda / bilinçaltımızda ….Bu memlekette yaşayıp da kendisini gün be gün genç hisseden var mıdır acaba? Varsa, bana söylesin bir zahmet.  Ben de aynılarını yapıp, 20’li yaşlarımın ruh haline, gençliğine, toyluğuna dönerim böylece…  Böylelikle 2. Romanımın adı da “Beyaz Telaş” olur… Ne dersiniz?

Saygılarımla

Avukat Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

www.dgtanhukuk.com/blog

Yeni Bir Kitap Daha Yolda

Sezen Aksu, “Nihayet” isimli parçasında diyor ki;

Uyandım bembeyaz bir sabahtı

Son yıllardaki en sert ayazdı
Sıcacıktın taze kahve tadında
Havalandı kalbim kuş kanadında

Oysa umut ne kadar azdı
Gündelikti, anlıktı, birazdı
Okşarken inatçı saçlarını
Hissettiğim kara kışta sarı yazdı

Nihayet, nihayet, nihayet
Diyar diyar gezdim geldim
Safiyeti sezdim geldim
Kendi ateşiyle yanan pervaneydim
Yalanımdan bezdim geldim …..

Zeki Müren de ” İşte benim Zeki Müren” isimli parçasında;

Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim

yalnızların yalnızıyım yalnızım
dertlilerin dertlisiyim dertliyim
aşıkların aşkıyım aşıkım
ismim mesut göbek adım bahtiyar
yıllarca hep böyle bildiniz siz
mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz”

İki parça arasındaki benzerliği bulunuz ?

Bence şu; ikisinde de zarifçe dışarıya çaktırılan bir hüzün ve yalnızlık var.  İki şarkıda da hüzün ve umutsuzluk bağıra bağıra anlatılmıyor asla. İlk parçada “zaten mutsuzum, umutsuzum ancak daha fazla direnemiyorum; nihayet seni buldum da ayazım, kışım yaza döndü” denilmeye çalışılıyor; aslında tamamen avuntu var bence. İkinci şarkı da ise, hatırlarsanız Allah rahmet eylesin Zeki Müren’in de hem ekrandaki görüntüsü hem de radyo ve teypten gelen sesi her zaman şen, şakrak ve hüünden çok uzaktı.  Yanılıyor muyum, bilmiyorum.  O zaman daha ben çocuktum; ama en azından hafızamda bu şekilde kalmış.   “Aslında çok yalnızım ve mutsuzum” diyor. Kendisini şarkıyla kişiselleştirmiş, “mesut bahtiyar sadece görünen Zeki Müren’dir”, diyor.

Bu iki parçanın diğer benzer yönüyse; ikisinin de hayat kokuyor olduğudur bence. İnandığım bir şey var ki, dünyada en mutlu olduğunu söyleyen bir insan bile; tüm hüzünlerini, korkularını, yalnızlığını ve umutsuzluklarını gizleyebildiği ölçüde, kulak arkasına atabildiği ölçüde mutludur.  Mutluluk ancak böyle mümkün olabilir.

huzun

Arabuluculukla yani uzalşmayla giderilen tüm çözümler de aynen böyle işte…. Kazan-kazan ilkesi de aynı hayat gibi.. Tüm isteklerini karşı taraftan alamayacağını ya da karşı tarafa yaptıramayacağını anlayan taraflar; hüzünlerini ve mutsuzluklarını alabildikleriyle örtbas edebildikleri ölçüde mutlu oluyorlar ve beynen kendilerini buna kanalize ediyorlar.  Çünkü bunun ikamesi olan mahkeme süresince 50% kaybetme ihtimalini göze aldıklarında daha da yıkılıyorlar, ya da bunu düşünmek bile istemiyorlar.  Zaman kaybı da cabası… Tabii bunu böyle düşünmeyen insanlar da olabilir.  Ama çoğu insan en azından artık böyle düşündüğü için, arabuluculuk en nihayetinde insanların hukuk uyuşmazlıklarında başvurulması mutlaka gereken çözüm süreci olarak kendisini kabul ettirebildi…

İlk romanım “Siyah Telaş”‘ın okuyucular tarafından sevilip, ilgiyle okunması bana şevk verdi. (Almayanlar ve henüz okumamış olanlar, tüm kitapçılardan temin edebilirler.)  Bir sonraki kitabımı yazmaya başladım ben de hemen.  Bu sefer ki, Arabuluculuk’la ilgili olacak… Piyasaya sürümü, önümüzdeki seneyi bulur.. Gelişmelerden haberdar ederim sizi, sevgili ve değerli okuyucalarımı…

Saygılarımla,

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

gizem.tan@dgtanhukuk.com

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

http://dgtanhukuk.com/blog

Sözleşmeler ve Fesih Hakkı

Borçlar Kanunu kapsamında sözleşme yapanlar elbette ki, iradi serbesti ilkesine dayanarak akit ilişkisine giriyorlar. Peki sözleşme süresince taraflardan birisi için sözleşmeden doğan yükümlülükleri ifa etme imkansızlaşırsa ne oluyor dersiniz?  Hatta daha da abartıyım, sözleşmenin fesih maddesinde taraflara fesih hakkı veren durumlardan biri de yoksa ortada ya da hiç fesih hakkı düzenlenmemişse; ama yine de sözleşmeyle bağımızı kesmeliysek ne yapacağız?

bitti

O zaman, nacizane tavsiyem şudur: Öncelikle size en yakın Noterden karşı tarafa, artık yükümlülüklerinizi yerine getirebilcek bir ekonomik durmunuzun olmadığına dair bir ihtarname çekip, ihtarnemede belirttiğiniz süre kadar karşı taraftan bir adım beklemeniz en doğrusu olacaktır.  Karşı taraftan bu durumu anlayışla karşılayan bir olumlu adımın olması halinde o zaman uzlaşmayı deneyerek sözleşmeyi barışçıl yollarla sonlandırmanız mümkün olacaktır. Bu olmadığı takdirde de, eğer sözleşme ilişkisi Ticaret Kanunundan doğuyorsa o zaman Ticaret Mahkemesinde diğer hallerde de Asliye Hukuk Mahkemesinde sözleşmenin maddelerinin hakkaniyete uygun olmadığını ve sözleşmenin bu çerçevede hakim tarafından yorumlanmasını talep edebilirsiniz.  Böylelikle hem adalete inancınız bir nebze de olsa yerini bulmuş olur; hem de hukuk ve hak kavramı çerçevesinde fesih imkanınızı kullanıp kullanamayacağınızı anlamış olursunuz…

Saygılarımla

Avukat / Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

www.dgtanhukuk.com/blog