ADLİYESİZ MEMLEKETLER

Fazla merak kediyi öldürür derler ya hani…

Öldürür mü sizce? Ya da öldürmesi mi iyi; hiç merak etmemek mi?

Bu aslında bir nevi tekerleme gibi oldu. Yumurtamı civcivden çıkar, civciv mi yumartadan?

Adliye binalarının önemi, hastaneler kadar, okullar kadar var mıdır? Bir şehir kuruyor olsak, ilk önce hangi binaları inşa etmek gelir aklımıza… Ben olsam önce hastaneleri inşa ederim.. Eee sağlık olmadan hayat olmayacağından tabii ki. İkinci olarak itfaiyeler için tam teşekküllü, ekipmanlı binalar, daha sonra okullar, fırınlar, eczaneler, vs aklıma en elzem mekanlar olarak gelmesine rağmen adliyeler nedense gelmiyor; ya da en sonlarda geliyor…

Kimilerine göre soğuk , kimilerine göre ürkütücü gelen adliye binalarının görevi nedir? Asayişi mi sağlamak ? Asayişi sağlayan kolluk güçleri ve polis değil midir? “Evet” dediğinizi biliyorum. O zaman geriye sadece 1 şey kalıyor adliyeler “hak arama evleri mi”. Aslında aklımdan ıslah evleri sözcüğü geçti ancak, adliyelerin ıslah evi olmadığını hepimiz biliyoruz.

 

adliye_1

Bu hafta Adliye’de bir müvekkilim için ifade vermeye Cumhuriyet Savcısı’na gitmişken, Savcı’yla derin sohbete girdik. Konumuz faili meçhul dosya sayılarının fazla oluşuydu. Sayın Savcı bize dert yandı. Hırsızlıktan tutun da cinayete, cinayetten tutun da adam yaralamaya, tecavüze kadar o kadar faili meçhul var ki. Aslında bizim tahmin ettiğimiz sayılar çok ufak, her savcıda çok sayıda  faili meçhul dosyası mevcut. Yani bir de İstanbul’un diğer adliyeleri ve diğer şehirlerin adliyeleri var…

Sonuç ne biliyor musunuz? Maalesef ama maalesef faili meçhul dosyalarda; avukatı da, savcısı da, mağduru da debelensin dursun, Allah’tan ümit kesilmez haliyle… Her hafta adliye ve savcı ziyaretleri; avukatların ek delil bulma telaşesi. Adliye binaları, nasıl oluyor da hak arama evi oluyor o zaman?

Ya da şöyle mi demeli? “Adliyeler hak arama evleridir, ancak her suç için değil. Suçlar ikiye ayrılır; Ümidi olan suçlar ve ümidi olmayan suçlar olarak.” Aslında bu benim isyanım. Avukatlık kimliğimi de katarsak, ben çaresizlik, ümitsizlik hiç sevmem ve bu hallerden de korkarım. Adliyelerde kendimi Robin Hood gibi hissederim çoğu zaman. Herkese tüm mağdurlara yardım etmek isteyişim, içten gelen bir hissiyattır. Boynu bükük görmeye dayanamıyorum kimseyi.

Biliyorsunuz arabuluculuğu öve öve bitiremem ben. Kötü mü olurdu sanki arabuluculuk seanslarıyla ceza alanında da icra alanında da uyuşmazlıklar tatlıya bağlansın; şu anki adliyeler de ıslah evi olarak faaliyetlerine devam etsin. Böyle bir yapılandırma içinde elbette ki savcıya, hakim ve avukatlığa ve adliye çalışanlarına yükümlülük düşecektir. Yani bu kimilerine göre ütopik olan fikrimle kimsenin mesleği elinden alınsın demiyorum yanlış anlaşılmasın…

Biraz fazla uzlaştırmacı avukat oluşuma verelim bu yazımı, despot ve savaş taraftarı olan bir avukat değilim asla; ama cübbeme aşık olduğum da söylenebilir..

Adliyelerin, tam anlamıyla “hak arama evi” olmaları dileklerimle….

Saygılarımla

Avukat/ Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

“Telaşı Özledik be Sevgilim” der gibi…

Bu hafta bitti bitmesine ama ne haftaydı benim için… Hem koştur koştur duruşma merasimi, hem iş yemekleri, hem dinç ve sağlıklı kalmak için yaptığım meditasyon ve egzersizler ki bir de yenisini ekledim artık kickboksta yapıyorum… Hem vücuda, hem de sinire iyi geliyor.. Herkese tavsiye ederim.

Aman Allah’ım… Aslında ahengi severim, tutkuyu da.. Her günün aynı olması, her hafta ve saatin insanı yaşamaktan bezdiriyor bazen… Şahsen işlerle alakalı çeşitli dava dosylarının gelmesi, çeşitli konularda araştırma yapabilme imkanı ve hukuk gibi dogmatik bir alanda bile olsa sınırlı kalmamak, kalamamak güzel şey diye düşünüyorum. O yüzdendir bu genç yaşta ceza hukukuna ve icra hukukuna da yönelişim…

Bu hafta  katıldığım çok önemli bir duruşma oldu, bir ağır ceza duruşması. Şu ana kadar ki gördüğüm en uzun duruşma olmanın haricinde, en ustaca olduğunu düşündüğüm bir duruşma hem de… Avukatların harika savunma yaptığı, hakimin ve savcının olaya tam anlamıyla hakim oldukları; neredeyse dört dörtlük bir duruşma ..Hukuk okuduğum için ve o ortamı teneffüs edebildiğim için adeta kıvanç duydum..

Bir diğer gün çokça iş adamının ve “büyük kafa” diye tanımlayabilceğimiz , memleketin siyasi, sanat ve ekonomik hayatına öyle ya da böyle katkısı olan ve her daim göz önünde olan bazı insanlarla biraraya geldim, yemek yedik, iş ve hukuk konuştuk, tüm bunlara ilişkin tuttuğum bazı notlar oldu sizlerle paylaşmak istediğim.Tümü bu haftaya dairdir.

Birincisi, savunma hakkı kutsaldır. Biliyorsunuz ki, yazılı yargılama sisteminin hakim olduğu bir ülkedeyiz yani sözlü savunmaya genelde ağır ceza duruşmalarında önem veriliyor.  Ağır ceza duruşmalarında özellikle savunma hakkını kullanan sanıklara karşı saygılı olunmalı. Savunma hakkı kullanılırken özellikle de davacı tarafın vekillerinin sessizliğini korumaları gerekir. Şahsen savunma hakkı bir Anayasal haktır ve hukukun üstünlüğüyle bağdaşan bir haktır. Duruşmada adap ve savunma hakkına saygı konuları Anayasayla ilgili daha da garantiye alınmalı ve bu hakkı ihlal eden taraf ve taraf vekillere karşı ağır yaptırımlar düzenlenmelidir.

xxx

İkincisi,   devlet ekonomisindeki iniş çıkıştan sizce sadece belli sektörler mi etkileniyor; yoksa tüm sektörler mi? Aslında asıl sormak istediğim şuydu: nasıl oluyor da bazı sektördeki şirketler mesela inşaat sektörü her daim iş yapabiliyor ve ekonomik krizden diğer sektörler kadar etkilenmiyor. Daha iyi ekonomi bildiklerinden mi yoksa hukuku mu iyi uyguluyorlar ya da belediye mi onları daha çok seviyor? Kanunlar kişiyi kayıramayacağından, sanırım belediyeyle araları iyi olan bazı sektördekiler her daim başı çekecekler. Burada kesiyorum, size bir sorum olacak ..Sizce ekonomiyi de kapsayan mesela vegi kanununda ya da finansal konuları düzenleyen diğer kanunlar için her yıl yasal değişime gitme zorunluluğu getirmek mantıklı olmaz mıydı? Ya da 2 yılda bir mesela? Böylece ekonominin durumuna göre bu düzenlemelerin güncelleşmesi fena olmaz kanımca… Ne dersiniz?

Üçüncü konu şu, adliyelerde adalet aramak hiç bir zaman ucu dipsiz ve karanlık bir kuyu ya da tünelde ışık aramaya benzememeli. Sizce neden adliyeye düşmekten korkuyor insanlar ?

Gelelim dördüncü soruma; bazı davalar hukuka aykırı delil ve kararlar üzerinde yıllarca sürebiliyor ve çoğu suçsuz insan “sanık” başlığı altında yargılanıyor hatta içeride yatıp bir de üstüne işkence görebiliyorlar ya da gördüklerini delilleriyle ispat edebiliyorlar.  Sizce birinci derece mahkeme kararları aleyhine gidilen temyiz ve karar düzeltme yolları kafi midir? Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Mahkemesi de dahil olmak üzere sizce mahkeme kararlarını denetleyebilecek bazı diğer kanun yollarını düzenlemek artık şart değil mi bu memlekette?

Gerekiyor üstadım elbette gerekiyor!!!  Kanun yolları yetersiz.  Mahkeme kararlarını denetleyecek denetleyebilecek daha üst bir kurum kuruluş gerekiyor memlekette…

Hayatta telaş güzel bir kavram keza, telaş insana heyecan ve tutku getiriyor. Yaptığınız işten tutun da, hayata bağlayan hobileriniz de dahil büyük heves ve ihtirasla bağlandığınız ölçüde muvaffak olabilir, tuttuğunuzu koparabiliyorsunuz. Allah yüreğinizdeki heyecanı, tutku ve aşkı söndürmesin.

Bol tutkulu bir hafta sonu ve hafta dilerim.

Saygılarımla,

Avukat Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

Çağdaş Yasalar Lazım Bize…

Dün gece bir programda yönetmen Sinan Çetin’i izledim. Bir ara “Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı olmalı” gibi bir şey söyledi; yanlış mı duydum diye düşündüm ama doğru duymuşum. Nitekim, çoğu gazete ve özellikle de Twitter da bu demecinden bahsediyor,  çoğu yorum da ağır eleştiri getiriyor…Keza kendisi beni sever sayar bilirim, beraber çalışmışlığımız da var hem . Önceden böyle değildi kendisi, ama bu tarz açıklamalarla gündeme geldiğine göre herhalde biraz canı sıkkın olsa gerek… Ben hukuki boyutunu yazacağım buradan, sizce Sinan Çetin’in dediği gibi eskisi gibi Osmanlı Devletine dönsek iyi mi olur diye bir düşünelim; yoksa Cumhuriyet olarak kalıp Atatürk ilke ve inkilapları doğrultusunda batılaşmamız daha mı şık olur?

Kanun ve hukuk ne olur biliyor musunuz, biz Osmanlı dönemindeki gibi olursak?

Böyle bir ihtimali düşündüm de Allah korusun deyivermek geldi içimden. Biz Türkiye Cumhuriyetiyiz, geriye gideceğimize ileriye gitmeliyiz… Kanunlarımız, dünya devletleriyle yarışabilecek seviyeye gelmek için debelenip dururken; padişahlık sistemine dönmek tam bir intihar olacaktır. Ne mi olur, kadılık gelir; tarafsızlık, bağımsızlık biter; adil yargılanma hakkı uçar gider, avukatlık/savcılık/hakimlik biter, sadece padişahın 7 sülalesine bir şey olmaz …

osmanli-iskenceleri-hamile-kadin_2

Biliyorsunuz, memleketimizde “kısasa kısas” mantığıyla ceza verme düşüncesi yıllar öncesinden bitti, milat oldu.

Türk Ceza Kanunu kapsamında cezalar, suçu işleyen kişiyi tekrar topluma kazandırma mantığıyla düzenlenmiştir.

Osmanlı dönemindeki cezalara bakarsak; falaka, hadım etme, idam, deri yüzme,  kol ve bacak kesmeden tutun da çengel işkencesine kadar o kadar ceza türü vardı ki.. Düşünsenize bu cezaların tekrardan geçerliliğini koruduğunu… kolların, bacakların kesildiğini; millet olarak yok olalım daha iyi, diğer ülkelerin arasında söz hakkı sahibi olmaya çalışmak bir yana dursun…

Hırsızlık suçu mesela şu anki ceza kanunlarımıza göre  cezası nedir derseniz.. 1 yıldan 3 yıla kadar değişmektedir. Osmanlı yasalarında ise; ilk defa hırsızlık yapan kişinin sol eli, ikinci defa hırsızlık yapanın sağ ayağı, üçüncü defa hırsızlık yapan sağ eli, dördüncü defa hırsızlık yapanın sol ayağı kesilirdi. Tövbe tövbe…

Bir de yine Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi Osmanlı döneminde geçen bir dizide şunu izlemiştim, evli bir adamla bir kız ilişkiye giriyordu ve bunun sonucunda kız hamile kalıyordu.  Bu durumu ahali ve cemaat öğrendikten sonra o zamanın Osmanlı yasalarına göre meşru olan şu ceza uygun görülüyordu; cemaat tarafından görevlendirilmiş kadılar, hamile kalan bu kadını, özel bir odaya alıp düzenli olarak yemek yediriyorlar bakımını sağlıyorlardı.  Doğum zamanı yaklaşıp son 9. aya girildiğinde  elleri arkadan bağlanarak ellerinin açılması önleniyordu böylece;  bebek de vajinadan çıkamadığı için kordon bağını kopararak oksijensizlikten ölmesine sebep olunuyordu.   Bir de şimdiyi düşünelim, ilişkilerin çağdaşlığını.  Maşallah çok eşlilik var yine memlekette malesef ama yine de Medeni Kanun sadece 1 evliliğe izin veriyor; oysa  Osmanlı’da erkekler 5e yakın kadın alabiliyordu yasa gereği. Ancak günümüzde yine de isteyen çocuğunu doğuruyor; isteyen yasal süreler içinde kalmak kaydıyla bebeğini aldırıyor; ancak en azından vahşetleri yasalar desteklemiyor.

Bir ülkenin rejimi aynı zamanda kanunlarını ve hukukunu belirler bunu unutmamalıyız.

Çağdaş bir hukuk devleti olma yolunda olmamız dileğiyle

Saygılarımla

Avukat Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan

“MUCİZE !”ve ÖZÜRLÜ HAKLARI

“Türkücüden de yönetmen olur mu?” diyen karşısında beni bulur …

Haftasonu Mahsun Kırmızıgül’ün “Mucize “isimli filmini izledik ve filmin sonunda böğüre böğüre ağladım; gözlerim kan çanağı haldeyken arkadaşların da diline sakız oldum tabii, bir film seni nasıl bu kadar ağlattı diye dillerine doladılar beni …

Mahsun Bey, diğer filmlerinde de olduğu gibi bu filminde de gerek Türkiye’nin gerçekleri, çaresizlikler, eğitimin önemi, insan sevgisi, merhamet, aşk, imkansızlığı imkana çevirme gücü, kudreti, o kadar duygu işlemiş ki, kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmekte. Bence Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi yönetmenlerden birisidir Mahsun Bey. Avukatlığa başlamadan, bir dönem sinemayla ilgilendiğim dönemde bir yönetmenle çalışmıştım, prodüktör ve senarist olarak, keşke çalıştığım o yönetmen Mahsun Kırmızıgül olsaydı, gerçekten bu adamdan öğrenilecek çok şey olduğunu düşünüyorum; kurgu ve sinema anlamında. Burada kesiyorum , şimdi gelelim konumuza. Ben Mahsun Bey’in avukatı değilim, henüz değilim, beni filminde düşündüren bir sahne oldu, sizlerle paylaşmak istedim köşemde… Kitabım çıktıktan sonra senaryo aşamasına geldiğinde, senaryomu götüreceğim ilk belki de tek yönetmen kendisi olacaktır.  Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim bu filmi. Şu anda gösterimde. “Mucize”..

mucize-fragman_7794095-6024_640x360

Özürlü insanların alay konusu olduğundan bahsediliyor bazı sahnelerde. Eline ve koluna hakim olamayacak kadar özürlü insanlardan bahsediyorum…Bu Türkiye’nin bir gerçeği.  Elbette diğer ülkelerde de vardır. Ancak şüphe götürmez bir gerçektir ki memlekette akraba evliliği çok fazla, dolayısıyla bu şekilde nörolojik hastalıklar, sipastike sayısı da bir hayli fazla, bu tarz rahatsızlıkların diğer jenerasyonlara da sıçradığı bilinen bir gerçek.

Özürlü insanları korumak adına bir yasa var mı dersiniz Türkiye’de ? Ya da kendini savunamayacak kadar aciz olan bu insanara taş atmak, hakaret, alay konusu yapma, sövme sizce TCK’da ayrı başlık altında mı incelenmeli, yoksa ayrı bir kanun olarak mı düzenlenmeli?  Ya da bu insanlara karşı fayda, imkan yaratmamanın cezası olmalı mı sizce?

Biliyorsunuz TCK kapsamında suçlar, kendini savunmadan aciz kişilere karşı işlendiğinde, ağırlaştırıcı sebep unsuru olarak görülüyor. Ancak bu düzenlemelerin yeterli olduğunu düşünmüyorum.

Hukuken ne hakları var özürlü insanların, buna hastahanede tedavi hakları, çalışma hakları, sigorta hakları da dahil ? Özürlülük priminden bahsetmiyorum. Kastım şudur, bir insan özürlü yaşamanın bedelini ağır ödüyorsa, bunun karşılığında yasalardan hakedişleri ne olabilir? Biz bu insanlara neyi armağan edebiliriz, kolu, ayağı tutan insanlar olarak?

Umarım bu sesimi kanun duyucular ve büyük kafalar duyabiliyordur. Çünkü bu sorum vicdanı olan herkese…Beni bu konuya karşı duyarlı hale getiren, tıpkı diğer filmlerinde de olduğu gibi “Mucize” filminin sonunda da hüngür hüngür ağlatan ve düşünmeme sebep olan Mahsun Kırmızıgül’ün daha nice filmler yapıp, Türkiye’nin gerçeklerini harikulade filmleriyle geniş kitlelere duyurabilmesi ümidiyle, umarım bizim de çorba da tuzumuz olabilir, keşke olsa….

Saygılarımla

Avukat Arabulucu Gizem Tan

www.dgtanhukuk.com

gizem.tan@dgtanhukuk.com

twitter@avukatgizemtan